Denizaltı Filosu, AB İle İlişkiler ve Yunanistan’ın Silahlanma Programı [Röportaj]

0
2814
E. Tümamiral Dr. Deniz Kutluk, Doğu Akdeniz bağlamında bölgesel ittifakları, Yunanistan’ın silahlanma programı, Türk Denizaltı Filosu, Gayri askeri statüdeki adaların hukuki boyutu ve Türkiye-AB İlişkileri üzerine Doğu Akdeniz Politik’e detaylı açıklamalarda bulundu.
  • Kimi yayınlarda Doğu Akdeniz bölgesinde Türkiye karşıtı bir ittifak olduğu değerlendiriliyor. Türkiye, sadece Doğu Akdeniz değil, tüm Akdeniz’i kapsayan yeni bir bölgesel oluşumun/kuruluşun öncüsü olabilir mi? Bunun jeopolitik mücadeleye etkisi nasıl yansıyabilir?

İttifak kurulması söylendiği veya sanıldığından daha karmaşık bir yapıda işlemektedir. Ortak amaçlar, bu konuda kamuoylarında inandırıcı zemin bulunması, ortak tehdit algılanması, çok önemli bir maddi kaynağın bu işe yöneltilmesi, rakip çıkacak diğer ittifaklarla karşı karşıya gelinmesi gibi nice zorluğun aşılmasını gerektirir. Ne Türkiye ne de diğerleri “tüm Akdeniz’i kapsayan böyle bir işe girişmez, girişirse de sonuç alamaz.

AB’nin bölgede Kuzey Afrika’yı kapsayan, “Akdeniz”de de işbirliği (İyi Komşuluk Programı (1)) zaten uzun yıllardır bulunuyor ama net faydası nedir sorgulanabilir. Kaldı ki “Bölgesel veya “Küçük Grupları” içeren ittifaklar geçmişte I. Ve II: Dünya Savaşına giden süreçte varlık göstermiş idiler ve gruplar arası çıkar rekabeti ve çatışmaları ile sakıncalı oldukları bu rekabetlerini dünya savaşlarına sürüklemiş oluşlarından izlenmiş idi.

Günümüzde ise bölgede geçerli tek ittifak NATO olarak görülebilir ki 30 üye ve 40 “Ortak”(2) ile 70 üye devleti olan dev bir yapıdır. Bu haliyle de B.M.’e üye 193 devletin üçte birinden fazla devleti NATO aynı barış-istikrar amaçları ile yan yana bulundurabilme becerisini göstermiştir. Her türlü diğer olası “ittifak” bunun farkında olarak adım atmalıdır. Aksi durum NATO İttifakının karşılarına çıkılması sonucunu verebilir.

1923 Lozan ve  1947 Paris Barış Anlaşmaları gereğince, Ege/Adalar Denizi’ndeki 9 ada ve Oniki adalar bölesindeki Meis dahil toplam 14 ada gayri askeri statü konumunda yer alıyor.  Fakat Yunanistan, 1952’den bu yana 23 adanın 16’sını silahlandırdı ve askersizleştirilmiş egemen kullanma hakkını ihlal etti. Gayri askeri statüdeki adaların günümüzdeki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye hukuki dayanakları kullanarak nasıl bir yol izlemelidir?

Lozan Barış Antlaşması madde 12 ile Limni ve Semadirek adaları Yunanistan’a “ismen sayılarak” verilmişlerdi. Ayrıca, Lozan ile Altı Büyük Devlet kararını(3) Türkiye onaylandığından bu egemenlikleri devir edilmesi kararlaştırılan adaların “silahsızlandırılmış statüsü” bu kararlarla oluşmuş, yani Türkiye’nin de onayı ile Yunanistan-Türkiye arasında anlaşmalar hukuk normlarına göre bağlayıcılık kazanmıştır.  Lozan’da 1923 Temmuz’unda, sonradan yapılacak Montreux Boğazlar Sözleşmesi (1936) öncesindeki Türk Boğazları düzenini uluslararası bir kontrol altında sağlayan ve Lozan’ın da eki olan bir de Lozan Boğazlar Sözleşmesi imzalanmıştı ki 1936’da değişime uğrayıncaya kadar sadece 13 yıl yürürlükte kalmıştır. 

İşte bu Lozan Boğazlar Sözleşmesinde Limni ve Semadirek adaları 1914 Altı Büyük Devlet kararına ilaveten Boğazların güvenliği için tekrar ikinci kez anlaşma ile silahsızlandırılmışlardır. Görüleceği gibi, Boğazönü Adaları olarak anılan ada grubunun parçası Yunan Limni ve Semadirek adaları iki ayrı nedenden dolayı ve iki farklı uluslararası antlaşma ile silahsızlandırılmıştır. Türk egemenliğindeki Boğazönü adaları ise (Gökçeada, Bozcaada), sadece Lozan Boğazlar Sözleşmesi (1923) ile silahsızlandırılmıştılar.

Oniki adalara gelince, Türkiye’den İtalya’ya Lozan ile devredilmiş bu adalar, Paris Antlaşması 14. maddesiyle, adaların askerden arındırılmış statüsü yaratılarak bunun devam edeceğini şartıyla devredilmişlerdir (4). Anlaşmanın ek XIII/D maddesinde askersizleştirmenin tanımını da şöyle yapılmıştır: “İşbu antlaşma amacıyla “askerden arındırılma” ve “askerden arındırılmış” terimleri ile ülke üzerindeki ve ilgili karasularındaki, bütün deniz, kara ya da hava tesisleri ve istihkâmları ile kara, deniz ya da hava yapay engellerinin silahlarının, kara, deniz ya da hava birliklerinin üsleri kullanmasının ya da bu birliklerce sürekli ya da geçici olarak kalınmasının her türlü askeri eğitimin ve savaş malzemesi üretiminin yasaklanması biçiminde anlaşılması gerekmektedir. Bu yasaklama sınırlı sayıda içe yönelik görevleri yerine getirecek ve bir tek kişi tarafından taşınabilen ve kullanılabilen silahlarla donatılmış iç güvenlik personeli ile bunlar için gerekli askeri eğitimi içermektedir (5).”

Her iki grubu oluşturan 24 adanın silahsızlandırılması geçmişte Türkiye topraklarına karşı saldırı amaçları ile kullanılmış olmaları tarihi gerçeği ile coğrafi olarak güvenlik zedeleyecek kadar Anadolu’ya yakınlıklarının birlikte yansıtılması olarak görülmüş olmalıdır. Adaların o zaman sahip olduğu jeostratejik önem bugün de mevcuttur ve sık sık NATO Kuvvet Planlama çalışmalarında Yunanistan’ın dolaylı metotlarla bu adalardaki silahlandırmasını müttefiklere kabul ettirip Türkiye’nin de zımni kabul ile bunu onayladığı tezine zemin sağlamak için gündeme getirilmekte sonuçta çeşitli uzlaşmazlıklar kayda geçmektedir.

Konu hakkında Türkiye geçmişte sessiz kalmamıştır. Şöyle ki, Yunanistan’ın ahde vefa ilkesine rağmen bu adaları silahlandırmakta oluşuna mâni olmak ve için, 02 Nisan 1969 ve 04 Nisan 1970 tarihlerinde Yunanistan’a Dış İşleri Bakanlığımızca iki muhtıra verilmiştir.  Yunanistan bu muhtıralara verdiği cevaplarda, adalarda alınan tedbirlerin “askeri olmadığını”, sivil ve ekonomik ihtiyaçlara cevap veren çalışmalar olduğunu beyan etmişse de özellikle Kıbrıs olayları sırasında başta Oniki adalar olmak üzere diğer adaları da tahkim ettiği istihbar edilmiş üstelik bu husus bizzat Başbakan Karamanlis tarafından teyit de edilmiştir.

Türkiye devamında 18 Mart 1975’de Oniki Adaları Yunanistan’a bırakan 1947 Paris Anlaşmasının imzacı devletleri nezdinde teşebbüse geçilmiş ve bahse konu adaların gayrı askeri statülerinin iadesinin herkesten önce Paris Anlaşmasının imzacısı devletlere düşen bir sorumluluk olduğu hatırlatılarak, adaların gayrı askeri hale geri getirilmesinin sağlanması için Yunanistan nezdinde teşebbüste bulunmaları da istenmiştir.  Ayrıca konu hakkında BM Genel Sekreteri ve NATO Genel Sekreterine de bilgi verilmiş ve Yunanistan’ın milletlerarası anlaşmalara aykırı olarak girişmiş olduğu faaliyetlerin yeni bir gerginlik ortamı yaratabileceğine dikkatleri çekilmiştir.

İlaveten BMGK nezdinde, “Türkiye’nin, güvenliğini tehdit eden Adaların bugünkü durumuna seyirci kalmasının beklenemeyeceği” yönünde bir Güvenlik Konseyi belgesi de yayınlattırılmıştır. Ancak durumlar değişmemiştir. O halde şimdi ne yapılmalıdır? İşte şu an çıtanın yükseltilmesi gereken zamandır. Bu bağlamda Türkiye, Yunanistan’a geçmişte yaptıklarını anımsatarak, “ya silahlanmadan vaz geçerek egemenliğe devam, ya da egemenlikten vaz geçmeye hazırlan” mesajını diplomatik notalarla ve her bir silahlandırılmış 16 ada için ayrı ayrı olmak üzere vermelidir.

Silahsızlandırmanın sağlanması için de belirli bir süre, mesela 3-6 ay verilmeli, sağlanmaz ise “egemenliklerin iadesi isteneceği” bu notalarda yer almalıdır. Duyarsız kalacak Yunanistan’a karşı sonrası için de yavaştan başlayıp silahlandırılmış adaların” egemenliğinin aşındırılması” yoluna gidilmelidir (karasularına eylem amaçlı giriş, hava sahasını tanımama vb.). Müteakip adımlar için de hazırlıklar yapılmalıdır.  Geçmişte bu diplomatik notalar karşılıksız kalmış ise o zaman Türkiye’nin aksi yönde kararlılığını destekleyecek askeri-siyasi güç eksikliğinin varlığıdır. Bugün ise durum değişmiştir.

  • Türkiye’nin denizlerdeki güvenlik ve savunma boyutunda stratejik gücünün denizaltılar olduğu değerlendirilmektedir. Denizaltı filomuz, Doğu Akdeniz’deki ülkelere kıyasla ne derece güçlüdür? Ayrıca, ülkemizin nükleer denizaltıya ihtiyacı var mıdır?

Denizaltılar stratejik etkinlikteki harp silah araçlarıdırlar ve Türk denizaltıcıları çok seçkin bir grup vatansever denizcidirler. Denizaltıları durdurucu araçlar rakibin deniz ve deniz-hava vasıtaları olarak görülürler ki bunların savaş zamanı kullanılabilmesi için de hava üstünlüğünün o bölgede ele geçirilmesi gerekir.

Bunlar ihtimal dışıdır. Denizaltı filomuz güçlüdür ve yakın gelecekte kuantum sıçraması yapacak derecede daha da güçlü bir noktaya yükselmesi beklenmektedir. Yunan telaşının ve Almanya’ya baskı denemesinin (ve reddedilmesinin) bir nedeni de budur. Nükleer denizaltıya ihtiyacımız bulunmamaktadır. Bunun jeostrateji, teknik ve nükleer vuruş ihtiyacımızın olmadığı yönlü nedenleri bulunmaktadır.

  • 10-11 Aralık’ta gerçekleşen AB Zirvesi’nde, Türkiye’ye yönelik “ek kısıtlayıcı önlemler” için liste hazırlanması talep edildi. Mart ayında gerçekleşmesi planlanan yeni AB Zirvesinde Türkiye’ye yönelik sert yaptırımların gelmesi mümkün müdür? Doğu Akdeniz’de AB’nin, ABD ile eş güdümlü hareket edecek olması Türkiye için ne anlama geliyor?

Türkiye-AB ilişkileri Yunan-Rum ikilisinin öz çıkarlarını güden, UA hukuka aykırı ve maksimalist çizgideki isteklerine feda edilmeyecek derecede önemlidir. AB diğer yandan ‘Acquis Communautaire’ adı verilen hukuk külliyatının kural ve sınırları içinde hareket etmek zorundadır. Buna göre Yunan-Rum istekleri UA hukuka aykırı ise AB için de aykırı kabul edilmek durumundadırlar. Üstelik AB diğer yanda BMDHS-UNCLOS’un imzacısı yani tarafıdır ki tüm AB üye ülkelerin de bu Deniz Hukuku Sözleşmesinin dışında hareket etmesinin engellenmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır.

Dünyada 400’ü aşkın deniz hukuku anlaşmazlığı bulunuyor ve bunlardan 180 kadarı AB müdahalede bulunmadığı halde çözümlenmiş veya o yönde gelişme göstermektedir. AB kendi içinde deniz hukuku anlaşmazlığı yaşamış AB üyesi üç Akdeniz devletinin bu uzlaşmazlığında da bir rol üstlenmemiştir. Deniz Hukuku Sözleşmesine göre AB bir “Çözüme Yetkili Yargı Mercii” de değildir. Bu yetkili merciler Sözleşmenin XV’inci bölümünde (287 ve diğer maddelerinde) tanımlanmış olup işlevlerini sürdürmektedirler. O halde AB’nin Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de bir veya daha fazla üyesi ile yaşadığı “deniz yetki alanları” tartışmalarını, sorunlarını çözme girişiminde bulunması anlamlı değildir.

Bu anlaşmazlıklar sürerken AB Konseyinin, AB üyesi tarafların “haklı olduğu” yolunda görüş beyan etmesi sorunun çözümünü kolaylaştırmadığı gibi yanlıştır, hukuki değildir, sadece siyasi kayırmacılıktan ibarettir ki AB’nin BMDHS tarafı olması ile de ve onu içselleştirdiği Acquis Communautaire’ ile de çelişiktir. O halde AB’nin “yaptırım listesi” yayınlaması ile amacının Yunan-Rum aşırılıklarını yatıştırmaktan öteye bir anlamı olmaması gereklidir. Aksi durum AB’nin Türkiye ilişkilerinde krize neden olması bir yana, AB yargı mercilerinin davalarına dahi konu olabilecek uzlaşmazlıkların kapısını aralamış olacaktır.

Yaptırım dili ile konuşulması ne AB ne de Türkiye çıkarınadır ancak her yaptırımın, uluslararası ilişkilerdeki “karşılıklılık” ilkesi uyarınca Türkiye’den de bir dizi “yaptırım” tepkisi ile karşılanması gerekli olacaktır. Bu durumda Türkiye içinde ‘Hasımlarına karşı Yasal Önlemler’ kapsamlı bir yasa düzenlemesi yapılması TBMM’nin görevi olacak, bunların muhataplara uygulanması hükümetten talep edilebilecektir. Aynısı ABD’nin izlediği CAATSA yaptırımları için de an itibariyle gereklidir.

Birbirlerinin ‘ekonomilerini zorlayacak’ değil, ama aksi yönde, yani birbirlerinin ‘ekonomilerini destekleyecek’ yönde adım atmaları hem NATO üyelerinin hem de NATO’nun 24 üyesinin ayrıca üye olduğu AB için Washington Andlaşması 2’inci madde, 2’inci paragrafı uyarınca ahde vefa ilkesi doğrultusunda bir görevdir ( Treaty of Washington Article 2:  taraflar…” Uluslararası ekonomi politikalarında çatışmayı ortadan kaldırmaya yönelecekler ve taraflardan herhangi biri ya da hepsi ile ekonomik işbirliğini teşvik edeceklerdir.”).

Bu görevlerine aykırı davranmaları diğer aykırılıkları doğurarak NATO ittifakının sarsıntı geçirmesine yol da açabilmek potansiyeldedir. Doğu Akdeniz’de AB’nin, ABD ile eş güdümlü hareket edecek olması bu çerçeve dışında olamaz, olmamalıdır; olma ihtimali doğarsa Hükümetin karşı adımlar atarak yukarıdaki çerçeve içine muhataplarını sokmak için önce zamanlı bilgi edinmesi ve sonra ikili/çoklu karşı/dengeleyici adımlar atması görevidir. Bunu da yerine getireceğini beklememiz lazımdır.

  • Yunanistan hükümeti önümüzdeki 15 yıl kapsamında yeni silahlanma programını açıkladı. Bunlardan kısaca bahsedersek; Fransa’dan Rafale jetleri, Almanya’dan torpido ve ABD’den ise zırhlı araçlar, savaş helikopterleri ve F-35 satın alacaklarını bildirdi. Yunanistan’ın yeni silahlanma programı Türkiye’ye yönelik herhangi bir tehdit ve tehlike arz eder mi?  Türkiye, Yunanistan’ın bu tutumu karşısında nasıl bir yol haritası izlemelidir?

Her devlet savunma planlamasını, yani gelecekte envanterinde oluşturacağı askeri araç-gereci, kendi tehdit algılaması ve bununla baş edecek araçları, milli ekonomisinin sağlayabileceği kaynaklar doğrultusunda orta vadeli çalışmalarla yürütmektedir. Yunanistan’ın da yaptığı bundan ibarettir. Yunan askeri envanteri yaşadığı ekonomik krizler nedeniyle oldukça eskimiş ve zamanlı yatırımlarla modernize edilememiş idi. Şu anda “bizzat kendisince yaratılan Türkiye Krizi gerekçesiyle” savunmasına milyarlarca dolar kaynak aktardığı anlaşılmaktadır.

Ancak bu kaynaklar Yunanistan bütçesinde yoktur ve kamu bütçesi AB’den 60 yıl vadeli aldığı 350 Milyar Euro borç geri ödemesine büyük ölçüde kaynak ayırmaktadır. Yunanistan kalkınma hamlelerini dahi ertelemiş ve limanlarını, tersanelerini satıp kaynak bulmak telaşında iken bu denli büyük savunma harcamasına katlanması şaşırtıcıdır. Akla acaba mürekkebi kurumamış Mısır-Yunan EEZ/MEB sınırlandırma anlaşmasını gerekçe gösterip yetersiz kuvvetleri ile Türkiye’ye denizlerde Ağustos ve Eylül ayları boyunca (çatışma senaryolu) meydan okumuş olması bu kamuoyunda “tehdide öncelik verip savunmaya %400 artırılmış kaynak ayırmayı makul göstermek” algısını sağlamak üzere yaratılmış bir senaryo mudur sorusunu da getirmektedir.

Neticede bunlar Yunanistan’ın kendi iç meseleleridir. Yunanistan Türkiye için güvenlik yönünden uğraşmak zorunda kaldığı ülkelerden sadece birisidir ve öyle kalmaya devam edecektir. Ama belki karşı taraf Türkiye ile askeri hesaplaşmayı çok büyük bir amaç olarak görüp/gösterip ona göre hazırlık yapmayı tek hedef olarak görmektedir. Senaryosu ne olursa olsun Türkiye için tehdit/risk algısındakilerle mücadele araçları ve onların gelişimi aynı tempoda kalacaktır.

Türkiye ekonomisi ile dengeli, dış satımı da öngören bir askeri güç geliştirme programının 1982’den bu yana içindedir ve her gün gelişim göstermektedir. Diğer bir ifade ile, yabancı silah sağlayıcılarının da yaptığı gibi, Türkiye hem savunma tedariki hem de savunma dış satımı yaparak ekonomik gelişimine katkıda bulunmaktadır. Yunanistan ise müşteri, tüketici konumunda ve bu durumunu daha da maliyetli aşamalara taşır durumda görülmelidir.

  • Son günlerde sıkça vurgulanan ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da bahsettiği Doğu Akdeniz Konferansı hakkında ne düşünüyorsunuz? Türkiye, yapılması planlanan bu konferansta nasıl bir pozisyon almalıdır?

Son AB Konsey liderler toplantısından (11 Aralık 2020) sonra yayınlanan hedeflere göre Doğu Akdeniz’de çok uluslu Konferans düzenlenmesi işi Türkiye inisiyatifinden çıkmış ve bir AB inisiyatifi haline dönüşmüş görülmektedir. Bu Türkiye’nin yapacağı bir Konferansa nazaran daha olumlu gelişme sayılamaz. Neticede AB yaşanan Akdeniz krizinde, uluslararası hukukun ne dediğine aldırmadan, üyeleri Yunan-GKRY yanında, bir kulüp üyeliği dayanışması içinde, siyasi konumlanmayı seçtiğine göre bu durumu sürdürmek isteyeceğini ummamak basiretsizlik olur.

O halde böyle bir Konferanstan Türkiye’nin çıkarlarına uygun kararlar elde edilmesi zorluğu olacaktır. Türkiye’nin ve Cumhurbaşkanının savunduğu gibi KKTC kendi adı ile bu konferansa katılım sağlaması “tanınmışlık ve iki devletli Kıbrıs Çözümü” adına mütevazı bir kazanım olabilir görünmektedir. Ancak deniz hukuku anlaşmazlıklarının çözümü yönünden bakıldığında durum endişe vericidir: deniz hukukunda yetki alanları (MEB/KS/Bitişik Bölge) üzerindeki haklar kıyılardan/karalardan, bunların egemenliklerinden dayanaklarını almaktadır. Başkaca da hiçbir şeyden değil.

Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’de kıyısı yoktur. O halde Doğu Akdeniz Deniz yetki Alanları Konferansı davetine katılması zımnen de olsa böyle bir hakkı olduğunun tarafımızdan “kabulü” anlamına gelecek değil midir? Elbette ki öyledir. Bu durum artık alenileşmiş olan Yunanistan’ın “benim olan benimdir (Ege) ve pay vermem, senin olandan (D. Akdz.) pay isterim” politikasının hedeflerine erişmesini sağlamış olmayacak mıdır? Elbette ki öyledir. O zaman bu Konferansa Yunanistan’ın katılması tam anlamıyla Türkiye çıkarlarının kaybı, sahip olduklarından pay isteyene pay verilmesinin kabulü anlamına gelmekte değil midir? Elbette ki.

Bu durumda KKTC katılımına zaten itiraz etmesi beklenen AB-Yunan-GKRY üçlüsünün bu adımlarını fırsat görüp durum tersine çevrilmeli ve Yunanistan’ın da Konferans dışı kalması sağlanmalıdır. Yunanlılarla Konferanstan ayrı şekilde “yoklama görüşmeleri” (istikşafi müzakereler) kendi mecrasında zaman içinde yapılmaya devam edilebilir, nasılsa ilerleme de sağlanmamaktadır. Doğu Akdeniz Konferansının doğal katılımcıları öncelik sırasına göre şöyle olmalıdır: Mısır, Suriye, İsrail, Lübnan, KKTC/GKRY, Türkiye (ev sahibi). Bunlar arasında bir görüşme iklimi yaratılabilir ise Konferans İlkeleri doğrultusunda ikili müzakerelerle sonuç elde edilebilir ki BMDHS de 122/123’üncü maddeleri ile Akdeniz gibi Yarı Kapalı Denizler için bunu öngörmektedir.

E. Tümamiral Dr. Deniz Kutluk

(1) https://ec.europa.eu/info/policies/european-neighbourhood-policy_en

(2) PfP-Partnership for Peace-BİO-Barış için “Ortaklık

(3) Bu onaylı karara göre, Gökçeada, Bozcaada ve Meis Adası Osmanlı’ya iade edilirken, kararın alındığı zaman (1914) Yunan işgalindeki diğer Ege Adaları ise silahlandırmamak ve askeri amaçlarla kullanmamak şartıyla Yunanistan’a verilmiş idiler.

(4) Bu maddenin İngilizcesi şöyledir. “2. These islands shall be and shall remain demilitarised.”, 1947 Paris Barış Antlaşması, Turkish Greek Relations Forum, http://turkishgreek.org/1947.htm

(5) “For the purpose of the present Treaty the terms “demilitarisation” and “demilitarised” shall be deemed to prohibit, in the territory and territorial waters concerned, all naval, military and military air installations, fortifications and their armaments; artificial military, naval and air obstacles; the basing or the permanent or temporary stationing of military, naval and military air units; military training in any form; and the production of war material. This does not prohibit internal security personnel restricted in number to meeting tasks of an internal character and equipped with weapons which can be carried and operated by one person, and the necessary military training of such personnel.” Turkish Greek Relations Forum, http://turkishgreek.org/1947.htm.}