Kıbrıs, Mısır ve İsrail İle İlişkiler, Yunanistan’ın Stratejisi [Röportaj]

0
2035
E. Koramiral Kadir Sağdıç, Kıbrıs bağlamında yeni dönem Türkiye-ABD ilişkileri ve ABD’nin bölgedeki hedefleri, Doğu Akdeniz’de Yunanistan’ın maksimalist tutumları, Mısır ve İsrail ilişkileri, AB Zirvesi ve Türkiye’nin denizcilik alanında savunma sanayii üzerine Doğu Akdeniz Politik’e detaylı açıklamalarda bulundu.
E. Koramiral Kadir Sağdıç, Çok kutuplu yeni dönemde gerek Türkiye kendi gücünü, gerekse ‘Güç Merkezi Kutuplar’ Türkiye’nin gücünü daha iyi fark etmiş durumdadırlar.değerlendirmesinde bulundu.
  • ABD’nin yeni Başkanı Joe Biden, senatörlüğü döneminde uzun yıllar Türkiye’nin Kıbrıs politikasını sert dille eleştirirken, uzun yıllar boyunca Türkiye’ye Kıbrıs’tan çekilme çağrısı yaptı.  Joe Biden ABD Senatosuna girdiği 1973 yılından itibaren Temsilciler Meclisi ve Senato’da Yunan lobisinin içinde de yer aldı. Kıbrıs bağlamında Türkiye ve ABD ilişkileri ne yönde ilerleyebilir ?

ABD ile ilişkilerimiz günümüz konjonktüründe maalesef iyi gitmiyor. Aslında bakarsanız, bir dönem hariç ABD ile ilişkilerimiz pek de iyi olmadığı görülür, o dönem de Soğuk Harp dönemidir. Birinci Dünya Harbi yıllarında ABD Başkanı Wilson’ın kendi adıyla anılan mikro milliyetçiği öngören “Doktrininin” hedefi bizi parçalamaktı.  Zaten ulus devletlere parçalanmış olan Osmanlı İmparatorluğu’nun Anadolu’da kalan son topraklarını da Türkleri yok sayarak, Rum, Ermeni, Musevi ve Kürt asıllı insanlarımızı başta azınlık okulları üzerinden provoke ederek bizi bir anlamda yok etmekti. 1920 Sevr Antlaşması girişimi de bunun belgesi oldu.  Türklere sadece Anadolu’nun kıraç topraklarının bir kısmı ile Karadeniz’in bir kısmını reva görüyorlardı. 

Ulu önder Atatürk sayesinde yüce Türk Ulusunun emperyalizme karşı mücadele azmi harekete geçirilerek bağımsızlığımızı yeniden sağlamış ve bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş olduk. İkinci Dünya Harbi yıllarını dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün aktif tarafsızlık siyaseti sayesinde harbe girmeden geçirdik ve bir yıkım tehlikesinden kurtulduk. Yalta Konferansı’ndan sonra Almanya, Berlin merkezinden itibaren Doğu ve Batı Almanya olarak bölündü, SSCB Doğu Avrupa’ya bir kâbus gibi çöktü.  Biz de İngiltere’nin yine azizliğine uğradık, bir nevi harbe girmeme faturası şeklinde, Rodos ve Oniki Ada’yı Paris Antlaşması’na sessiz kalarak Yunanistan’a hediye ettik.  Diyet bununla kalmadı, SSCB Lideri Stalin ayrıca Doğu Anadolu ve Türk Boğazlarından talepte bulundu.

İşte o günkü koşullarda ABD’nin 1946 Marshall Yardım Planı ile Türkiye ve Yunanistan’ı SSCB yayılmacılığına karşı korumak görünümünde, ama aslında daha kapsamlı olan Spykman’ın Kenar Kuşak Teorisinde rol verdiği “Kuşatma (Containment)” konseptinde başat rol aldık. Bu dönem liderliğini ABD’nin yaptığı “Batı” Bloğu ile yakınlaşma sürecine girmiştik.  Bu yakınlaşma, Kore Savaşı’na katıldıktan sonra müttefik ilişkisine dönüştü ve 1952’de NATO’ya girmemizle sonuçlandı.  Müttefik ilişkileri bazı durumlar dışında yarım asır süren Soğuk Harp boyunca dayanışma ruhu ve ‘Kazan-Kazan’ anlayışında sürdürülebildi. Bu iyi durumda bile 1962 Küba-Türkiye Füzeler Krizi ile 1963/1964, 1967 ve 1974 Kıbrıs krizleri yaşandı. Özellikle ABD ile 1964 Jhonson Mektubu ve Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası 1975 silah ambargosu kararları siyasi ilişkilerde karşılıklı güveni ciddi olarak sarsan kilometre taşları oldular.

1990’ların başında Soğuk Harp sona erdi, Varşova Paktı çözüldü ve SSCB bağımsız devletlere ayrıştı. Sonrasında ABD ve Batı ile ilişkilerimiz yavaş yavaş yeniden tarihi çıkar çatışması paternine oturmaya başladı.  ABD ile ilişkilerimiz özellikle G.W. Bush’un başkanlığı sırasında büyük darbe yedi.  İkinci Irak Harekatı çerçevesinde TBMM’nin tezkereye olumsuz oy vermesini bahane ederek yapılan “çuval” hadisesinden sonra ilişkilerimizde geri dönülmez bir kırılma daha yaşandı. Bu gelişmeler kapsamında ABD dış siyasetinin gittikçe Musevi/İsrail odaklı bir Ortadoğu Siyaseti gütmekte olduğu dikkat çekti.  Türkiye-ABD ilişkilerinde Rum ve Ermeni lobilerine karşı kısmen bir denge unsuru olan Yahudi Lobisi, bizim de kısmen hatalı siyasetimiz sonucu son yıllarda gittikçe Türkiye karşıtı bir tutum içine girdi.

Nihayet, tarih boyunca Türklere karşı Büyük Güçler tarafından sürekli istismar edilen etnik kare as, Ermeni/Rum(Yunanistan-GKRY)/Kürt(PKK-PYD)/Yahudi kartları yeniden masaya sürüldü.  Hatırlayalım, bu etnisitelerin hiç birisi Türklere karşı kazandıkları bir savaş ya da self determinasyon mücadelesi ile devletlerini kurmadılar.  hep büyük devletlerin ve haçlıların, Osmanlı Devleti ile savaşlarından sonra kucaklarında hediye bir devlet buldular. Gelmek istediğim nokta, Trump’tan sonra Biden gibi, ABD Başkanlarının tarihin akışında sınırlı etkileri oluyor, asıl etken jeopolitik gelişmeler ve devlerin güç mücadeleleri.  Bu gelişmeler I. ve II. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş Dönemi, sonrasındaki 20 yıllık tek kutuplu (ABD) dönem idi, şimdi de Çin ile birlikte içine girmekte olduğumuz Çok kutuplu yeni dönem oluşuyor.

Trump pragmatist idi, ABD bürokrasisi ve “derin devleti” yerine kendi derin ilişkilerine göre hareket etti.  Biden ise eski okulun, bürokratik ABD derin devletinin (CFR, CIA, PENTAGON, LOBİLER) öğrencisi. ABD derin devletinin bölgemize yönelik davranımlarını Büyük Ortadoğu Projesi, FETÖ vb. iyi biliyoruz.  Ama çok yeni ve güçlü bir oyuncu var, Çin…  Gittikçe ekonomik oyundan sıçrayıp jeopolitik alanda sahne almaya başlıyor.  Batı Kulübü (ABD ve AB) Türkiye ilgili değerlendirmelerini iki kere gözden geçirmek durumundalar.  Sorunuzun öznesi, Biden özelinde, Türkiye-ABD ilişkilerinde Kıbrıs sadece bir konu ve dar kalır, Biden yönetimi ilişkilerimizi Doğu Akdeniz, Karadeniz, Kafkasya, Orta Asya dahil, çok daha küresel perspektifte ele almak zorundadır.

Bana göre yeni dönem daha riskli değil, sanılanın aksine son yıllarda Türkiye için en zor dönem (Tek Kutuplu Dönem) idi.  Ambargolar (KKTC’ye yapılanlar dahil), çuval, FETÖ ve Kumpaslar, 15 Temmuz Darbe Girişimi…  Bunların içte ve ABD başta olmak üzere dıştaki failleri biliniyor, o dönem çok kötü miraslarıyla artık geride kaldı…  Çok kutuplu yeni dönemde gerek Türkiye kendi gücünü, gerekse “Güç Merkezi Kutuplar” Türkiye’nin gücünü daha iyi fark etmiş durumdadırlar.  Bu yeni durumun istikrar kazanması birkaç yıl daha sürecektir, ama TBMM üzerinden ulusal mutabakat sağlanabilirse Türkiye, Dünya sahnesinde yeni süreçte daha da güçlenerek yerini alacaktır.

  • Yunanistan’ın, Doğu Akdeniz’e kıyısı bulunmamasına rağmen maksimalist tutumlarını devam ettirmektedir. Bu kapsamda Yunanistan, bölge ülkelerini de yanına çekmeye çalışarak bölgede Türkiye karşıtı politikalar izlemektedir. Yunanistan, Doğu Akdeniz’de ne amaçlamaktadır?

Aslında vereceğim cevap sorunuzun içinde iki olgu olarak yer alıyor.

Birincisi, haklısınız Yunanistan aslında Doğu Akdeniz ülkesi bile değil. Ama, AB süreci içinde Türkiye uyutulurken, Sevılla Üniversite’sine çizdirilen bir kâğıt parçasında 2003 yılından itibaren Yunanistan ile GKRY’ne Doğu Akdeniz’i , bu iki iflah olmaza, peşkeş çekmişler, Türkiye’yi de Antalya Körfezine hapsetmeye çalışmışlar. Örneğin, ICAAT Akdeniz Orkinos avlama sınırları ve kotalarını bile buna göre düzenlemişler, Türkiye Cumhuriyeti’nin haklarını orantısızca gasp etmişler.

İkincisi, bu komşu ülke kurulduğundan beri bize karşı aç gözlü, maksimalist, Batı öyle şımartmış, “ne kaybederim ki” anlayışında.  Maalesef ABD baskısıyla Mısır ikna edilerek bizim ilan ettiğimiz kıta sahanlığı dışında da olsa, güneyde bir segmenti Mısır-Yunanistan ortak deniz yetki alanı sınırı olarak mutabakata varmışlardır.

Bu haksız tutuma Türkiye Cumhuriyeti’nde hiçbir hükümet rıza gösteremez.  Şimdiki hükümet de AB şantajı zincirinden artık kurtulduğu için, geçmişte vermiş olduğu ödünleri bundan sonra veremez.  Seçimlerde artık muazzam bir “ulusal çıkar” sorgulaması yer alacaktır.  Son bir yıl içinde yaşananlardan artık Yunanistan da anlamıştır ki, kazanacağı fazla bir şey yoktur, ABD ve AB (Fransa dışında) Yunanistan’ın yaptırım taleplerine boyun eğmemektedirler.  Ama güç kullanma koşullarını zorlarsa, kaybedeceği çok şey olabilir.

  • Geçtiğimiz günlerde  dış basında yer alan haberlere göre Türkiye’nin, İsrail ile ilişkileri normalleştirmek adına bazı adımlar attığı iddia edildi. Bu doğrultuda Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin yoğun diplomasi trafiği de iddialar arasındadır. Türkiye özellikle Mısır ve İsrail ile ilişkileri normalleştirip, Doğu Akdeniz’de karşılıklı çıkara dayalı politikalar gerçekleştirebilir mi? Bu ülkeler ile ilişkilerin normalleştirilmesi doğrultusunda Doğu Akdeniz’de nasıl bir kazanç elde edilebilir ?

Türkiye Cumhuriyeti’nin dış güvenlik siyasetinin çerçevesini kurucusu Atatürk’ün “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesi çizmektedir.  Gerçekten de, kuruluş yıllarımızdan beri istikrarlı bir şekilde iyi komşuluk ilişkileri, bölgesel ve küresel istikrara katkı temel dış ilişkiler parametrelerimizdir. Öyle ki, Soğuk Savaş döneminde bile NATO’nun güney cephesinde SSCB ile tek sınırdaş ülke olmamıza rağmen Montrö Boğazlar Sözleşmesi asla ihlal ettirilmemiştir.  Karadeniz’de Varşova Paktı ülkelerine karşı provakatif bir NATO tatbikatı da yaptırılmamıştır.

Kurtuluş Savaşı’nda, Yunan ordusunun hezimetine rağmen 1930 yılında Yunan Başbakanı Venizelos, Atatürk’ü Nobel Barış Ödülüne aday göstermiştir.  Lozan Antlaşması ile sınırlarımız çizilirken Ortadoğu’da eski Osmanlı topraklarında kurulan Arap Devletleri tanınmış ve diplomatik ilişkiler başlamıştır. Keza, Museviler 1492’den itibaren Osmanlı toprakları üzerinde iskan edilirlerken, 1948’de kurulan İsrail’i ilk tanıyan ülkelerin başında Türkiye Cumhuriyeti gelmektedir.

Maalesef son yıllarda komşu ülkelerimizi kısmen büyük devletlerin Türkiye Cumhuriyeti karşıtı kışkırtmasıyla, kısmen de kendi dar gerekçeli, iç siyaseti de bulaştırdığımız nedenlerle ilişkilerimiz karşılıklı zarar verme boyutuna ulaştı.  Doğaldır ki, ilişkilerin eski geleneksel iyi komşuluk ilkesine kavuşturulması her paydaşa büyük yararlar sağlayacaktır.  İkili ilişkilerde en zor aşılan sorunlar ülke hükümranlık ve toprak sorunlarıdır.  Oysa Türkiye’nin ne Mısırla ne de İsrail ile böyle hiçbir sorunu yoktur.  İlişkiler mutlaka normalleştirilmelidir.

  • 10-11 Aralık’ta gerçekleşen AB Zirvesi’nde Almanya, Malta, İspanya, İtalya, Bulgaristan ve  Macaristan gibi devletler Türkiye’ye yönelik sert yaptırımlara karşı çıkmıştı. Bu doğrultuda sadece Doğu Akdeniz’de değil, tüm Akdeniz genelinde İspanya, Malta ve İtalya gibi devletlerin katılımıyla Türkiye’nin öncülüğünde yeni bir enerji paktı, forum veya birlik (tıpkı Doğu Akdeniz Gaz Forumu gibi) kurulması mümkün müdür?  Türkiye, Akdeniz’de yeni ittifaklara yönelmeli midir ?

Sorunun son kısmından başlayayım.  Evet, kesinlikle Evet. Türkiye Akdeniz’de yeni ittifaklara değil ama, yeni işbirliği ortaklıklarına öncülük etmelidir.  “İttifak” siyasi ve askeri boyut dahil kenetlenmeyi gerektirir.  Bu durum ise diğerleriyle aramızda kutuplaşmaya neden olabilir, sonuçta kutuplar arasında mücadele ve sürtüşme çıkar.  Oysa ekonomik ve sosyal alanlarda işbirliği  ise “Kazan-Kazan” fırsatları verir, kolay tesis edilir. Akdeniz’de çok ilginç bir tarihi ve kültürel konumumuz var.

Buna Karadeniz ve Kafkasya’yı da eklediğinizde çok büyük bir etki alanı ortaya çıkıyor. Türkiye 3 kıtayı ve 3 denizi birleştiren eşsiz bir jeostratejik konuma sahip. Çevresinde 7 Havza, 30’a yakın ülke ve 350 milyon nüfus var.  Bu yeni bir AB demek. AB dışında kalan Kuzey Afrika, Doğu Akdeniz, Karadeniz ve Kafkasya ülkeleriyle kurulacak bir Ekonomik İş birliği Teşkilatı bu ülkelere nefes aldıracaktır.  Türkiye Cumhuriyeti bölgede merkezi konumuyla ve lojistik altyapısıyla, tarihi ilişkileriyle, kurumsal özel sektör deneyimleriyle, akademik birikimleriyle böyle bir projeyi başlatabilir ve gerçekleştirebilir.

Böyle bir proje AB’ye göç baskısını azaltacağı gibi, 350 milyon kişiye insanca yaşama şansı verir, umutsuzluğu yok eder, bölge ülkeleri arasında sürtüşmeyi azaltır, istikrar sağlar.  Kaldı ki, dünyada şimdi bir bölgeselcilik trendi vardır.  AB, NAFTA var,  ASEAN’nın Çin ile Japonya, Güney Kore ve Avustralya dahil 14 ülkeyi bir araya getirdiği dev bir ekonomik işbirliği oluşuyor.  Böyle benzer bir girişim Türkiye Cumhuriyeti’ni Doğu Akdeniz’de “hegemonya kuruyor” kuşkusunun ötesine de taşır, bize olan güveni arttırır.

  • Geçtiğimiz günlerde Yunanistan Dışişleri Bakanı Dendias, “Libya’da kalıcı bir Türk üssünün kurulmasını önlemeliyiz. Girit ve Libya arasındaki deniz alanını, dost güçler kontrol etmelidir. Serrac hükümetinin, Türkiye ile imzaladığı MEB Sınırlandırma Anlaşması’nı engellemeliyiz.” şeklinde bir açıklama yaptı. Bu yorumu Türkiye açısından nasıl değerlendiriyorsunuz ? Türkiye-Libya MEB Sınırlandırma Anlaşması’nın Doğu Akdeniz’de bize sağladığı en önemli kazanımları nelerdir ?

Bunlar Yunanistan’ın diplomatik hezeyanları.  Tek başına yaptırım gücü yok, zaman zaman başta Fransa olmak üzere AB Ülkelerini, İsrail, Mısır ve Birleşik Arap Emirliklerini de bize karşı maceraya sürüklüyor.  AB’nin denizden Libya’ya BM kararları hilafına silah sokulmasını denetlemeyi amaçlayan “İRİNİ” Harekatının başat mimarları da Yunanistan ve Fransa. Geçtiğimiz aylarda ARKAS Holding’in Gemisine yasa dışı olarak ve çirkince yapılan denizden denetim de bu kurgunun ürünü. 

Ne var ki, bu sözde denetimleri Libya’nın sadece bir yarısına yaparken, asıl asi olan Hafter’i de kollamaktadırlar.  Türkiye bu hukuksuzluğa karşı henüz son sözü söylememiştir.  Zamanı geldiğinde görülecek bir hesap bulunmaktadır. Türkiye-Libya MEB Sınırlandırma Anlaşması’nın Doğu Akdeniz’de bize sağladığı en önemli kazanım, Doğu Akdeniz kıta sahanlığımızın (ilan edildiğinde Münhasır Ekonomiik Bölgemizin (MEB)) güney ve batı sınırı belirlenmiş olmasıdır. 

Böylelikle hukuken Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’de bir kıta uzantısı olmadığı da kanıtlanmış oluyor.  Ayrıca, BM Deniz Hukuku yönünden Türkiye Cumhuriyeti ve Libya meclislerinin anlaşmayı onayladıklarını ve prosedür’ün tamamlanmış olduğunu bildirmiş bulunmaktadır. Doğu Akdeniz kıta sahanlığı sınırlarımız bizim dışımızda, KKTC ve Libya tarafından da tanınmış olmakla ilerde MEB ilanı da prosedürel olarak kolaylaşmıştır.

  • Çok Maksatlı Amfibi Hücum Gemisi TCG Anadolu’nun önümüzdeki yıl envantere girmesi planlanıyor. Denizlerimizde TCG Anadolu’nun da caydırıcı bir güç olacağı değerlendirilmektedir. TCG Anadolu, denizlerimizde bize yönelik ne tür avantajlar sağlar, değerlendirir misiniz? Ayrıca, Türkiye’nin bir uçak gemisine ihtiyacı var mıdır?

TCG ANADOLU gibi bir platforma sahip olmak bizim deniz gücü olarak ‘süper lig takımları’ arasında olduğumuzu kanıtlar, caydırıcılığımızı pekiştirir.  Bu tip platformlar hem muharebe, hem de muharebe destek alanlarında son derece yararlı gemilerdir. Deniz Harekâtında “Güç Aktarımı (Power Projection)” görev fonksiyonunun en değerli muharebe platformlarındandır. Üzerinde taşıyacağı helikopterler ile bir anda amfibi hedef sahasının derinliklerine özel kuvvet birimlerini, kıyı başına’da amfibi çıkarma araçlarıyla hücum birliklerini çıkartarak harekatın süratle ilerlemesini sağlar.  Benzer şekilde, bir başka ülkede çatışma bölgesi içinde kalmış vatandaşlarımızın ve kritik varlıklarımızın geri tahliyesinde rol alabilen eşsiz bir platformlardır.

Bu platforma taarruz uçağı tedarik edilebildiği taktirde, görev grubunda bulunan diğer gemilerle birlikte grubun hava savunmasına destek sağlamak, amfibi harekatta bölgedeki seçilmiş kara hedeflerini tesirsiz hale getirmek görevi de vardır.  Aynı zamanda bu tip platformlar, sahil erişiminde bulunan deprem, sel ve orman yangını gibi doğal afetler ile, kimyasal ve diğer çevre felaketlerinde denizden tahliye görevleri yaparlar.  Diğer taraftan müttefik ve koalisyon kuvvetleriyle harekatta en çok aranan platform tipleridirler.

Ayrıca daha büyük bir uçak gemisine bu aşamada ihtiyaç olmadığını değerlendiriyorum.  Gemi büyüdükçe, tonajının geometrik sayısıyla ifade edilebilecek çok büyük maliyetler oluşmaktadır.  Söylenen o ki, ABD’nin 100 bin ton dolayındaki nükleer uçak gemilerinin tedarik maliyeti 100 milyar doları geçmektedir.  İnşaat süresi çok uzamakta, lojistik idame maliyetleri de o oranda artmaktadır.  Diğer taraftan gemi büyüdükçe muhasıma hedef teşkil etmekte, savunulması güçleşmektedir.  10 gün önce ABD’nin yayınladığı yeni deniz stratejisinde artık daha küçük uçak gemilerine geçilmesi gerektiği ifade edilmektedir. Esasen bu durum, büyük uçak gemilerine karşı karadan atılan balistik füzelerin, İHA/SİHA’ların, seyir füzelerinin ve denizaltıların ne kadar etkin olmaya başladıklarının da bir ifadesidir.  Kaldı ki bizim okyanus ötesi bir etki alanımız bulunmamaktadır, çevre denizler için ise bu platform yeterlidir.

Ancak bu platform “bir” adet olamaz, yetersiz kalır. Daimi olarak bir adedini operasyonel elde bulundurmak üzere ve gerektiğinde harekat alanında çok yönlü elastikiyet ve sıklet merkezi oluşturulması gerekçeleriyle en az bir ikinci amfibi hucum gemisine ihtiyaç olduğunu değerlendirmekteyim. İkinci platformun gecikmeden stratejik hedef planına alınması gerektiğini kıymetlendirmekteyim.

E. Koramiral Kadir Sağdıç